Rahmetli Savaş Ay, Özcan Tekgül’ün ölüm haberi üzerine kaleme aldığı yazıda, ‘Cihan yandı kadındı,’ diyordu. Bir başka yazar ise, ‘afet-i devran’ benzetmesini yapıyordu.
İki kalem sahibinin de, anlatmakta yetersiz kaldığı Özcan Tekgül, 1950-1970 arasında sahnede, gazinoda, tiyatroda ve sinemada bir kasırgaydı. Sarı uzun saçlı, yeşil gözlü, hafif balık etli kadın, ‘ateş dansı’ ile seyredenlerini büyülüyor, kendilerinden geçirip, çeşitli hayallere duçar ediyordu. Dans etmesini, gerdan kırmasını, bel bükmesini annesi, Feriha Tekgül’den öğrenmişti. Türk dans tarihinin ilk ve belki de en ünlü kadınıydı.
‘Bende Teşhircilik Hastalığı Var’
Dik başlıydı; ideolojik-siyasî yapısı yoktu, ama adliye koridorları komşu kapısıydı. Başına buyrukluğu, başına iş açıyor; dansını sergilediği her ilde ya polis tarafından gözaltına alınıyor, ya da ‘ahlâk masası’nca suçüstü mahkemesine çağırılıyordu. Yargı; Özcan Tekgül’ü ahlâka mugayir davranmakla suçluyordu. Aslına bakılırsa, Tekgül, sahne kıyafetlerinde hiç tutucu değildi. Avrupalı meslektaşlarının izindeydi ve Batılı gibi giyinip davranmayı seviyordu. Müstehcen kıyafetler seçmekle kalmıyor; meydan okur gibi gazetecilere de poz veriyordu. Magazin dergilerinin kapakları, orta sayfaları, yeşil gözlü, cüretkâr güzelin resimleriyle doluyordu. Hatta bir röportajında, ağzındaki baklayı çıkaracak, ‘Bende teşhircilik hastalığı var,’ diyerek, davranışını psikolojik bir temele de oturtacaktı.
Allah Vergisi Doğal Bir Yetenek
Doğum tarihi kimi kayıtlara göre 1939, kimisine göreyse 1941 idi. Annesi, Feriha Tekgül ile gittiği bir film setinde dikkat çekmişti. Tekgül’ü keşfeden iki kişiden bahsedilirdi: İlki yönetmen Muharrem Gürses’di. İkinci kişiyse aktör Zeki Alpan’dı. Aslına bakılırsa, Tekgül’ün keşfedilmeye ihtiyacı yoktu. 1955’de Caddebostan Plaj Güzeli Yarışması’nda birinci seçilince, bütün gözler ona çevrilmişti. Ortadan biraz uzun boylu, uzun sarı saçlı, gösterişli taze, gören herkesin dikkatini çekiyordu. Hem annesinin bire bir kopyası, hem de en iyi öğrencisiydi. Dans etmesi, şarkı söylemesi, Allah vergisi doğal bir yetenekti. Feriha Tekgül, tiyatro ve sinemada öğrendiklerini kızına aktarmıştı. Evde, başarılı bir öğretmen bulununca, öğrenci daha çabuk ve daha iyi kavrayabiliyordu.
Evinde Tek Başına Demlenirdi
İlk kez, 1956’da ‘müstehcen fotoğraf çektirmek’ suçlamasıyla mahkemeye çıktı. Mahkeme koridorlarında basın toplantısı düzenledi: Yabancı striptizcilere izin verilirken, kendisine hak tanınmamasını protesto etti. Kararlı tutumu, ertesi gün çıkan sabah gazetelerinin birinci sayfalarını süslüyordu.
Açıklığına, alabildiğince dobralığına rağmen, adı çirkin dedikodulara, skandallara karışmadı. Çalıştığı, dans ettiği kulüplerde içki içmezdi. Yakın çevresine göre, özel hayatında ‘muhafazakâr’ bile sayılabilirdi; evinde tek başına demlenirdi.
Batıl sayılabilecek itikât sahibiydi: Her Cuma günü türbeleri dolaşır, yatırlara adak adardı. 1957’de Gölbaşı Gazinosu’nun havuzunda boğulma tehlikesi atlattı. 1959’da Kartal’da trafik kazası geçirdi. 1962’de ise, Ayazpaşa’daki baba evinde az daha hava gazından zehirlenecekti. Bir seri kazadan kurtulabilmesine hep şükrediyor; fakir fukaraya sadaka dağıtıyordu.
Ateş Dansı Adını Verdiği Harika Gösterisi
1960’lı yıllar altın çağıydı: Günlük gazetelerde çarşaf çarşaf reklâmları-ilânları yayınlanıyordu. Turkuaz Gazinosu, Kristal Gazinosu, Klüp Mimi … gibi müesseseler, ‘Memleketin İftihar Ettiği Dansözler Kraliçesi’nin programını sunuyordu. Gösterileri kapalı gişe, ful çekiyordu. Özcan Tekgül; bir yandan da beyaz perdede boy gösteriyordu. Yaşlı Gözler, Garipler Adası, Basmacı Güzeli, Kadifeden Kesesi, Hicran Yarası, Çoban Ali, Lokum Sultan, Şehir Yıldızları, Çadır Gülü, Kızıma Dokunma, Mukadderat, Meçhule Gidenler, Şöhret Budalası, Sokak Kızı, Şahane Gözler, … v.b. toplam 28 filmde oynayacaktı. İsmi, afişlerde en üstlerde, Ayhan Işık, Fikret Hakan, Muzaffer Tema, Vahi Öz … gibi başrol oyuncularının hemen yanındaydı.
Dünyaya açılmayı planladı: Mısır, Lübnan, Irak’ta Türk dansının inceliklerini sergiledi. Avrupa ülkelerini adım adım dolaştı; önce şöhreti, sonra kendisi Amerika’ya New York’a kadar ulaştı. Türk Lokumu, devlet adamlarının, şeyhlerin, sultanların, emirlerin, kısacası dünyayı yönetenlerin önünde sanatını sergiledi. Ateş Dansı adını verdiği harika gösterisi 45 dakika sürüyordu. Seyircilerin aklını başından alıyor, gösterinin yapıldığı merkezlerin biletleri karaborsa da bile zor bulunuyordu.
Dünya turnesi adını verdiği uzun seyahati tam 4,5 yıl sürmüştü. Özcan Tekgül artık bir dünya starıydı ve hayranları, sanatı karşısında saygıyla eğiliyordu.
‘Özcan Tekgül Gibi Kıvırmak’ Deyimi
Gözünde para yoktu; hakkında yazılmış övücü bir haber, aldığı bir alkış, gülümseyen bir yüz, mutlu etmeye yetiyor da artıyordu.
1980’de, devlet tarafından bir kere daha hatırlandı. Bu defa, sahne ve gösteri dünyasındaki aşırılıkları için değil, hizmetleri için çağrılacaktı. ‘Devlet Sanatçısı’ unvanına layık görülmüştü; ödülünü ve beratını dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in elinden alacaktı. Ama, tören planlandığı gibi gerçekleş(e)medi. Azınlık hükümetini dışarıdan destekleyen MSP (Millî Selamet Partisi) bir soru önergesi verdi; Başbakan’a, ‘Özcan Tekgül’ün hangi kıvırışına ödül vereceksiniz,’ mealinde sual yöneltti. Böylece, siyasi literatürümüze, ‘Özcan Tekgül gibi kıvırmak,’ deyimi, vecizesi de girmiş oldu. Oysa, Tekgül gibi dünya starılığı tescillenmiş değerin, sosyal güvencesi dahi yoktu. Bu yüzden, babasının emekli maaşını almayı hak edebilecekti.
Ayazpaşa’daki Babadan Kalma küçük Ev
Tekgül; günümüz yıldızları gibi büyük paralar kazanmadı. Bazen karın tokluğuna razı oldu; bazen de elindekini yakın çevresiyle paylaştı. Kazancını biriktiremedi; gayrı menkule yatıramadı. Yıllarca Ayazpaşa’da babasından kalma küçük evde barınmıştı. Hayat gailesi artınca, biricik varlığını elden çıkardı. Getirisi ile Antalya’da küçük bir konut edinebildi. Kalanını ihtiyaçları için harcayacaktı. İlk olarak, Kırklareli’nin Kıyıköy’üne yerleşti. Burada bir lokantaya ortak girdi; ama beklediği kazancı sağlayamadı. Babasından kalan emekli aylığıyla Antalya’nın yolunu tuttu, tutmak zorundaydı.
Antalya Kemer’de, deniz kenarında, rahat bir ihtiyarlık dönemi geçirmeyi düşledi. Artık eskisi gibi ünlü değildi; çevresinde sevgi haleleri oluşturan hayranlar, şerefine şampanya patlatan zenginler, masaları doldurup ses çıkarmadan şovunu seyreden özenli müşteriler de yoktu. Selim isimli, bir gençle sohbet etmeyi, dostluk etmeyi sevdi. Evlenip çoluk çocuğa karışsa, Selim boyunca çocukları olabilirdi.
15 Gün Boyunca Morgda Bekletildi
Selim olmasa, Özcan Tekgül’ün kaybından kimse haberdar edilemeyecekti. Tekgül, 2 Temmuz 2011 günü, arkadaşının otomobili ile dolaşmaya çıkmıştı. Serik yakınlarında beklenmedik bir trafik kazasında hayatını yitirdi. Morga kaldırıldı; arayanı soranı çıkmadı; 15 gün boyunca morgda bekletildi. Selim’in dostluğu ve araştırması sonucunda, son anda garipler mezarlığına gömülmekten kurtuldu. Antalya Uncalı Mezarlığı’na defnedildi.
Dünya çapında marka, Türk Lokumu unvanlı, Özcan Tekgül; nam-ı diğer Afet-i Devran Özcan; az daha kimsesizler mezarlığında taşı bile bulunmayan kabirde son uykusuna yatacaktı.
Ali Hikmet İnce yazdı.
Ali Hikmet İnce